Tarihî Yarımada’nın Gölgesinde: İstanbul’un Kalbine Yolculuk

Şehre Dair

TARİHÎ YARIMADA’NIN GÖLGESİNDE: İSTANBUL’UN KALBİNE YOLCULUK

Asırlara meydan okuyan surlarıyla nice imparatorluklara başkentlik eden; bilimin, kültürün ve sanatın merkezi olan; Fatih Sultan Mehmed’in 1453’te açtığı kapıyla çağlara yön veren; yüzyıllar boyu farklı medeniyetlerin izlerini tarihinde barındıran; birçok farklı dilde çeşitli adlarla anılan; din, dil ve ırk bakımından zengin bir mozaiği barındıran; Avrupa ve Asya kıtalarıyla Türkiye’nin en kalabalık nüfusuna sahip şehrinde, Şehr-i İstanbul’dayız.

ŞİRİN İNCİ

Saymakla bitmeyen güzellikleriyle çağların içinden süzülüp gelen bir masal gibidir İstanbul. Her köşesi, binlerce yıllık bir hafızayı taşır; her sokağı, geçmişin ayak izleriyle örülüdür.

Romanlara, filmlere, resimlere konu olan; her adımda birçok duygu yaşatan bu şehir, farklı semtleriyle insana bambaşka heyecanlar sunar.

Ve şimdi…

Taşı toprağı altın bu eşsiz şehirde geçmişin izlerini süreceğimiz büyüleyici bir yolculuğa çıkıyoruz. Bu yolculuğun ilk durağı, medeniyetlerin beşiği, imparatorlukların kalbi olan Tarihî Yarımada. Her adımda binlerce yıllık bir tarihe tanıklık edeceğimiz bu muhteşem coğrafyada; surların gölgesine gizlenmiş efsaneleri, cami taşlarına sinmiş duaları, meydanlardaki eserlerin zamana meydan okuyan ihtişamını hissederek gezimize başlıyoruz.

ZAMANIN İÇİNDEN SESLENEN MEYDAN

“Hipodrom” ya da “At Meydanı” adıyla bilinen Sultanahmet Meydanı’nın her taşında her adımında geçmişin sesi hâlâ duyuluyor. Heyecan dolu araba yarışları, eğlencelerde coşan kalabalıklar ve manevi değerlerin gölgesinde edilen dualarla bu meydan, Roma’dan Bizans’a, Osmanlı’dan günümüze her çağın özelliklerini yansıtıyor. Bugün Sultanahmet Meydanı’nda yükselen anıtlar geçmişi fısıldıyor.

SOĞUK SUYUYLA KAYZER WİLHELM ÇEŞMESİ

Alman İmparatoru II. Wilhelm, 1898’deki İstanbul ziyareti sonrasında Sultan II. Abdülhamid’e hediye olarak bu çeşmeyi yaptırır. Mark Spitta’nın tasarımıyla tamamlanan çeşmenin kubbesinin içinde iki liderin mozaikten yapılma monogramları görülüyor.

3 BİN YILI AŞKIN GEÇMİŞİYLE DİMDİK AYAKTA DURAN DİKİLİTAŞ (THEODOSİUS SÜTUNU)

Aslen Mısır’da yapılan bu anıt, IV. yüzyılda Roma İmparatoru Theodosius tarafından İstanbul’a getirilip Hipodrom Meydanı’na dikilir. Üzerindeki hiyeroglifler, firavunun savaşlarını ve zaferlerini anlatır. “Burada neden bir dikilitaş var?” diye sorarsanız, yanıtı Roma’da. İmparator Augustus’un Roma’daki Circus Maximus’a diktirdiği anıtla başlayan gelenek, hipodromlara dikilitaş yerleştirmenin sembolik anlamını başlatmış.

TILSIMLI BİR MİRAS: YILANLI SÜTUN (BURMALI SÜTUN)

Şehri böceklerden ve sürüngenlerden koruduğuna inanılan ve birbirine dolanmış üç yılanın gövdesinden oluşan sütun, İmparator Konstantin tarafından Hipodrom’a getirtilir. Ancak yılanların başları zamanla kaybolur. Günümüzde üç yılandan birinin başı İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergileniyor.

YARALI BİR ANITIN SESSİZ TANIKLIĞI: ÖRME DİKİLİTAŞ

Haçlı Seferi sırasında İstanbul yağmalanır. Haçlı askerleri, bronz kaplamaların altın olduğunu düşünerek dikilitaşı parçalayarak soyar ve sütunun yüzeyini tahrip ederler. Bronz kaplamalarını kaybeden Örme Dikilitaş, yıllara meydan okuyan güzelliği ile Bizans Dönemi’nin izlerini koruyor.

07
08
07
08
previous arrow
next arrow

GÖĞE UZANAN MAVİ BİR DUA: SULTANAHMET CAMİİ

İsmini sedef kakma sanatındaki ustalığından alan Sedefkâr Mehmet Ağa, 17. yüzyılda kubbesi ve altı minaresiyle yalnızca bir ibadethane değil, bir başyapıt inşa eder. Sultan I. Ahmed tarafından yaptırılan caminin iç mekânı binlerce İznik çinisiyle süslenir. Bu çinilerin mavi tonları, camiye “Mavi Camii” adının verilmesine neden olur. Oldukça kalabalık olan cami hem manevi atmosferi hem de mimari ihtişamıyla ziyaretçilerini kendine çekiyor.

09
10
09
10
previous arrow
next arrow

İNSANLIĞIN ORTAK MİRASI: AYASOFYA

Yaklaşık 1500 yıllık geçmişiyle Ayasofya hem Hristiyan hem İslam mimarisinin izlerini aynı çatı altında buluşturan eşsiz bir yapı.

Tarih boyunca çıkan yangınlar ve yağmalamalarla üç kez inşa edilen Ayasofya’nın bugünkü hâli Bizans İmparatoru I. Jüstinyen tarafından yaptırılır. İstanbul’un Fethi’nden sonra Fatih Sultan Mehmed Han ile her Osmanlı padişahı, bu ihtişamlı yapıya çeşitli ekleme ve onarımlarla katkıda bulunur.

Ayasofya; dev mozaikleri, görkemli kubbesi, zarif sütunları ve eşsiz akustiğiyle ziyaretçilerini zamanda yolculuğa çıkarıyor. Bugün hâlâ hem ibadet için gelenlerle hem de bu benzersiz mabedi görmek isteyenlerle dolup taşıyor.

Giriş T.C. vatandaşlarının ibadet alanı girişinden ücretsiz sağlanıyor.
Galeri katına ziyaret amaçlı gelen turist ziyaretçiler ise ücretli olarak giriş yapabiliyor.

SADE AMA EFSANE: SULTANAHMET KÖFTESİ

Tarihî Yarımada’da uzun ve keyifli bir yürüyüşün ardından hem biraz dinlenmek hem de güzel bir şeyler yemek istiyoruz. İşte tam bu noktada imdadımıza efsanevi lezzet yetişiyor: Sultanahmet köftesi.

Dışı hafifçe kızarmış, içi yumuşacık ve sulu… Abartılı baharatlardan uzak, tam aksine sadeliğiyle öne çıkan bu köfte; yıllardır aynı tarifle, aynı ustalıkla sunuluyor. Yanında pilav, közlenmiş biber ve buz gibi bir ayranla ziyafetteyiz. Eğer siz de bu tadı denemek isterseniz, yanına bir tabak piyaz da söylemenizi önerebilirim.

Afiyet olsun…

12
13
12
13
previous arrow
next arrow

LALELER ARASINDA BOĞAZ’A DOĞRU

Baharın taze kokusu parkın her yanına sinmiş… Bembeyaz papatyalar ve rengârenk laleler toprağı süslerken, asırlık ağaçların dalları arasında uçuşan yeşil papağanlar gökyüzüne neşe katıyor.

Gülhane Parkı, şehrin karmaşası içinde bir nefes, insana mutluluğu fısıldayan bir an sunuyor. Sarayburnu tarafına yürüdüğümüzde ise masmavi denizin huzur verici manzarasıyla soluklanıyoruz.

Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği, birçok sanatçıya ilham olan Gülhane Parkı, Osmanlı Dönemi’nde sarayın dış bahçesi olarak kullanılmış. O dönemlerde yalnızca saray mensuplarının ayak basabildiği bu alan, gül bahçeleriyle bezeliymiş; ismine de gül evi anlamına gelen “Gülhane” denmiş.

14
15
14
15
previous arrow
next arrow

CUMHURİYET’İN İLK MÜZESİ: TOPKAPI SARAYI

620 yılı aşkın bir süre dünyaya hükmeden Osmanlı İmparatorluğu’nun yaklaşık 420 yılına tanıklık eden Topkapı Sarayı’ndayız.

İstanbul’un Fethi’nden sonra Fatih Sultan Mehmed’in emriyle 1460-1478 yılları arasında inşa edilen saray; Mimar Sinan, Sarkis Balyan, Davut Ağa ve Acem Ali gibi önemli isimlerin mimari izlerini taşıyor. Bâb-ı Hümâyun (Saltanat Kapısı), Bâbüsselam (Selam Kapısı) ve Bâbüssaâde (Saadet Kapısı) olmak üzere üç anıtsal kapısı; dört avlusu, Harem’i ve Has Bahçe’siyle saray, öylesine huzur verici bir atmosfere sahip ki!

Sarayın en dikkat çekici bölümlerinden biri, padişahların özel ikametgâhı olan Has Oda. Bu kutsal mekân sadece devletin kalbi değil, aynı zamanda Osmanlı padişahlarının günlük hayatlarının ve kararlarının merkezi olmuş.

Has Oda’nın içinde yer alan Kutsal Emanetler Dairesi, İslam dünyasının en değerli kutsal eşyalarını barındırıyor. Hz. Muhammed’e ait olduğu kabul edilen kutsal eşyalar, kılıçlar, sancaklar ve çeşitli kutsal objeler burada özenle korunuyor.

Ziyaretçilerin yoğun ilgi gösterdiği bir diğer bölüm ise Harem. Girişinde oluşan kalabalık, buraya olan merakı açıkça gösteriyor.

Dördüncü Avlu’da yer alan Mecidiye Köşkü ise deniz severler için âdeta bir cennet. Boğaz manzarasını büyüleyici bir fon olarak kullanan bu mekân, fotoğraf tutkunlarının en gözde adreslerinden biri. Her köşesiyle hem tarihî dokuyu hem de doğal güzelliği içinde barındırıyor.

1924 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk müzesi olarak kapılarını ziyaretçilere açan Topkapı Sarayı, o günden bu yana milyonlarca misafiri ağırlıyor.

Salı günü kapalı olan Topkapı Sarayı’na giriş MüzeKart ile yapılıyor. Aya İrini ve Harem Bölümü ise ücretli.

16
17
16
17
previous arrow
next arrow

DÜNYANIN EN BÜYÜK VE EN ESKİ KAPALI ÇARŞISI

60’tan fazla sokağı ve 3.000’i aşkın dükkânıyla burası yalnızca bir çarşı değil; İstanbul’un tarihini soluyabileceğiniz, kültürünü iliklerinize kadar hissedebileceğiniz kapalı bir şehir.

Fatih Sultan Mehmed Dönemi’nde Ayasofya’ya gelir sağlamak amacıyla temelleri atılan ve zamanla genişletilerek bugünkü hâlini alan Kapalıçarşı, dünyanın en eski ve en büyük alışveriş merkezlerinden biri

Her sokağında ayrı bir zanaat geleneği, her dükkânında yılların birikimi ile tarih kokuyor Kapalıçarşı. Sokaklarını gezerken altınla gümüşün, halıyla baharatın, antikayla çağdaş tasarımların yan yana dizildiği eşyanın arasında sadece bakmakla kalmıyor, “bir şey almalıyım” diyorsunuz.

Kapalıçarşı, İstanbul’un en önemli tarihî ve kültürel miraslarından biri olarak yüzyıllardır ticaretin kalbi olmaya devam ediyor.

18
19
18
19
previous arrow
next arrow

YEDİ TEPELİ ŞEHRİN TACI

Zarafeti ve heybetiyle İstanbul’un başına konmuş taş bir taç Süleymaniye Camii.

İstanbul’un yedi tepesinden birinin zirvesine kurulan bu şaheser, Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle, Mimar Sinan’ın 1550-1557 yılları arasında inşa ettiği bir başyapıt.

Camiye adım attığımızda karşılaştığımız sadelik, Mimar Sinan’ın mimari yeteneğinin ne denli güçlü olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. İç mekânda uygulanan özel akustik düzen ise tam anlamıyla bir mühendislik harikası. Ses, kubbenin altında yankılanmadan caminin her köşesine eşit şekilde yayılıyor.

Medreseleri, kütüphanesi, darüşşifası, hamamı ve aşeviyle bir yaşam merkezi olan Süleymaniye Külliyesi’nin kütüphanesinde, bugün hâlâ korunmakta olan binlerce nadide el yazması eser bulunuyor. Bu da külliyenin, yüzyıllar boyunca ilmin ve bilginin merkezi olduğunu kanıtlar nitelikte. Avlunun arka tarafındaki hazirede ise Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan’ın türbeleri yer alıyor.

Caminin avlusunda İstanbul’un büyüleyici manzarasını fotoğraflayan pek çok kişiyle karşılaşıyoruz. Galata Kulesi, Haliç ve Boğaz, gözümüzün önünde bir tablo gibi uzanıyor. Bu manzaraya karşı durup nefes almak bile yeterli: Zaman burada yavaşlıyor; şehir, Süleymaniye’nin gölgesinde bir anlığına susuyor.

KİTAPLARIN HAFIZASI: BEYAZIT SAHAFLAR ÇARŞISI

Beyazıt Sahaflar Çarşısı, İstanbul’un en eski kitap çarşılarından biri. İstanbul Üniversitesine yakın konumuyla geçmişte olduğu gibi bugün de öğrencilerin ve akademisyenlerin uğrak noktası olmaya devam ediyor. 1950 yılında çıkan büyük bir yangının ardından çarşı 1952’de betonarme olarak yeniden inşa edilmiş ve yalnızca kitap satışına izin verilmiş.

Ahşap raflarda dizili sararmış sayfalar, el yazmaları, eski dergiler ve ilk baskı romanlar arasında gezinirken; Osmanlı’da basımevi kurup Türkçe kitap yayımlayan ilk kişi olan İbrahim Müteferrika’nın büstüyle karşılaşmak, çarşının kültürel kimliğini daha da anlamlı kılıyor.

21
22
21
22
previous arrow
next arrow

YEREBATAN SARNICI: SESSİZLİĞİN İÇİNDEKİ YANKI

Saçları yılana, bakışları taşa kesen bir yüze dönüşen Medusa… Dilden dile dolaşan efsanesiyle, Yerebatan Sarnıcı’nın en gizemli köşesinde meraklı bakışlara sessizce karşılık veriyor.

Toplam 336 sütunla ayakta duran Yerebatan, 140 metre uzunluğunda ve 70 metre genişliğinde. Sarnıçtaki sütunlar arasında en çok dikkat çekenlerden ikisi ise Medusa başlarının bulunduğu sütun kaideleri. Ters yerleştirilmiş bu taş başların sırrı hâlâ tam olarak çözülebilmiş değil. Kimine göre uğursuzluktan korunmak için kimine göre sadece teknik bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor.

Doğu Roma İmparatoru I. Justinianus tarafından yaptırılan yer altı sarnıcı, yaklaşık 80.000 tonluk su depolama kapasitesiyle yüzyıllar boyunca imparatorlukların su ihtiyacını karşılamış.

Günümüzde girişin ücretli olduğu ve kapısında uzun kuyruklar oluşan Yerebatan Sarnıcı’nın mistik atmosferinde geçici sergiler, çağdaş sanat gösterileri, kültür-sanat etkinlikleri ve dinletiler düzenleniyor.

Müzekart geçerli.

23
24
23
24
previous arrow
next arrow

OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E MİRAS

Binlerce yıllık tabletler, lahitler, heykeller ve yazıtlar…

Geçmişin izini sürenlerin ilk adresi: İstanbul Arkeoloji Müzeleri…

Osmanlı’da tarihî eser toplama ve koruma anlayışı, Fatih Sultan Mehmed Dönemi’ne kadar uzanır. İstanbul’un ilk müzesi olarak kullanılan Aya İrini Kilisesi’nde toplanan arkeolojik eserler, Osmanlı müzeciliğinin temelini oluşturur. Ancak zamanla Aya İrini yetersiz kalınca, Fatih Sultan’ın yaptırdığı Çinili Köşk, daha geniş bir koleksiyona ev sahipliği yapmak üzere müzeye dönüştürülür.

Modern müzeciliğin Osmanlı’daki kurumsal temelleri ise arkeolog ve ressam Osman Hamdi Bey’le atılır. Sanayi-î Nefise Mektebi-î Âlisi’ni (bugünkü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) kurarak sanat ve arkeoloji alanında akademik gelişimi teşvik eden Osman Hamdi Bey, 1881’de İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürlüğüne atanır. Onun çabalarıyla müzecilik kurumsallaşır, çağdaş bir yapıya kavuşur.

İstanbul Arkeoloji Müzelerini hakkıyla gezmek için en az yarım gününüzü ayırmanız yerinde olacaktır.

SÜLEYMANİYE’DE BİR LEZZET MOLASI: KURU FASULYE

Yolunuz buraya düşerse ve kuru fasulye seviyorsanız, bu lezzeti bir de Süleymaniye’de denemeden geçmeyin derim.

Süleymaniye Camii’nin hemen çevresindeki tarihî atmosferde sıralanan lokantalarda sunulan kuru fasulye, tadıyla bambaşka bir deneyim sunuyor. Yanında pilav, turşu ve mis gibi cacıkla zenginleşen sofrada hem karnımız hem gözlerimiz doyuyor.

Afiyet olsun.