

Sanat
İSTANBUL’DA ZAMANIN ÖTESİNE YOLCULUK
İstanbul’un sanatla ilişkisi sadece geçmişle sınırlı değil. Günümüzde Galata’nın ara sokaklarında açılan bağımsız sanat galerileri, Karaköy’deki duvar resimleri ya da Kadıköy sokaklarına sinmiş müzik sesleri bu canlılığın birer kanıtı. Eski bir hanın restore edilip çağdaş sanat sergilerine ev sahipliği yapması ya da bir semt pazarında, cam altı resim sanatıyla ilgilenen genç bir sanatçının tezgâh açması, İstanbul’un geçmişten gelen estetik mirasını nasıl bugüne taşıdığını gösteriyor.
Yazar

İstanbul, sanatın her hâliyle var olduğu bir şehirdir. Resimden mimariye, edebiyattan tiyatroya, müzikten dansa uzanan geniş bir yelpazede ruhunu ortaya koyar. Bir duvarın gölgesinde dizeler fısıldanır, bir taş yapının kıvrımında geçmişin izleriyle şekillenen estetik saklıdır. Dar sokaklarda doğaçlama bir ezgi duyulur, bir avluda geleneksel el sanatlarının sessiz ustalığı iş başındadır. Tiyatro sahnesinde hayat yeniden yazılırken, bir atölyede heykel sessizce can bulur. İstanbul, sadece sanatı sergilemez; onu her gün yeniden üretir, dönüştürür ve yaşayan bir parçası hâline getirir.
Sinemada da İstanbul silüetleri bazen bir hikâyeye fon, bazen de başlı başına bir karakter olur. Yeşilçam’ın klasiklerinde; vapur sesleri, martı çığlıkları ve rutubetli duvarlar eşliğinde İstanbul’un sanatla yoğrulmuş ruhu perdeye yansır. Edebiyat da ondan geri kalmaz. Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Pamuk, Sait Faik… Her biri İstanbul’u anlatırken bir şehri değil, bir hissi tarif eder aslında. Yahya Kemal Beyatlı: “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul” dizeleriyle, şehri edebiyat dünyasında ölümsüzleştirmiştir. Orhan Veli Kanık; “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı/Serin serin Kapalı Çarşı /Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa; Güvercin dolu avlular…” betimlemeleriyle İstanbul’u sade, içten ve yaşanmış bir dille anlatan şiirleriyle tanınır.
Zanaatkârlık da bu şehrin ruhunu taşıyan önemli bir damardır. Kapalıçarşı’nın derinliklerinde hâlâ ustasının dizinin dibinde öğrenen çıraklar var. Telkâri, ebru, çini, tezhip… Her biri bir sabır işçiliği. İstanbul, bu zanaatların yalnızca icra edildiği bir mekân değil; aynı zamanda onların beslendiği, şekillendiği bir ilham kaynağı olan bir şehirdir.
SANATIN İZİNDE İSTANBUL
Doğu Roma’dan Osmanlı’ya, oradan Cumhuriyet’e uzanan zengin tarihiyle İstanbul, yüzyıllardır sanatın ve kültürün merkezlerinden biri olmuştur. Şehir, geçmişten günümüze birçok ilke ev sahipliği yapmış; sinemadan tiyatroya, edebiyattan görsel sanata uzanan geniş bir yelpazede iz bırakmıştır. İstanbul’da açılan ilk sinema salonlarından biri olarak Pathe Sineması şehrin sinema ile ilk tanışma noktalarından biridir. Elhamra Sineması da Cumhuriyet Dönemi’nde kültürel yaşamın önemli merkezlerinden biri hâline gelmiştir. Tiyatronun sahneye taşındığı ilklerden Naum Tiyatrosu, Osmanlı’da Batı tarzı tiyatro gösterilerinin ilk kez sergilendiği sahne olarak sanat tarihimizde özel bir yere sahiptir. İstanbul Şehir Tiyatroları’nın temellerini atan Dârülbedâyi, modern tiyatro anlayışının öncülerindendir. İbrahim Müteferrika Matbaası, Osmanlı’da ilk Türkçe kitapların basıldığı, bilgiye erişimin kapılarının açıldığı matbaadır. Osman Hamdi Bey, sadece müzeci ve arkeolog değil, aynı zamanda İstanbul’u sanatsal bakışla tuvale aktaran önemli bir ressamdır. Şeker Ahmet Paşa da doğayı ve gündelik yaşamı yansıttığı resimleriyle, eserlerinde İstanbul’a yer veren öncü sanatçılardandır.










BOĞAZ’IN SİNEMATOGRAFİK HÂLİ
Dünyanın sayılı güzellikleri arasında sayılan İstanbul Boğazı, sadece iki kıtayı birbirine bağlayan bir su yolu değildir. Taşıdığı özel kimlik ekseninde Türkiye sinemasında simgesel bir mekân olarak da kendine yer bulur. Muazzam Boğaz manzarası, Türkiye sinemasında basit bir fon olmanın ötesine geçmiştir ve karakterlerin iç dünyalarını, bireysel ve toplumsal dönüşümlerini yansıtan, çelişkili ruh hâllerini temsil eden önemli bir metafora dönüşmüştür. Bu kapsamda sinemada durgun bir peyzaj olarak ele alınmaz İstanbul Boğazı. Türkiye toplumunda tarih boyunca yaşanan kırılmaların izdüşümlerini, toplumsal kimlik arayışının somut göstergelerini ortaya koymak için Boğaz’dan yararlanılır ve yararlanılmaktadır.
Atıf Yılmaz’ın 1966 yapımı “Ah Güzel İstanbul”u, Sadri Alışık’ın canlandırdığı başkarakter, İstanbul Boğazı’yla acı gerçekler ve mutlu hatıralar ekseninde ilişkilenmişti ve onun hayatında yeniliklere açılan bir kapı olarak anlatılmıştı Boğaz. Nitekim denizdeki balıkçı kayıkları, mütevazı çay bahçeleri, tarihî yalıların bahçelerinde oynayan çocuklar gibi görsel enstantaneler Ah Güzel İstanbul’la birlikte sinemada tedavüle girdi.






ROMANLARA İLHAM VEREN İSTANBUL
İstanbul’un her köşesi, her sokağı dikkatle bakanlar için ayrı bir hikâye, bir şiir barındırır. Öyle ki, yeryüzünün dört bir köşesinden bu muhteşem coğrafyaya gelmiş sanatçıların da özel hayranlığını kazanmış bir şehirdir İstanbul.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur” romanında, İstanbul’un kültürel dokusunu ve bireyin iç dünyasını yansıtan detaylar bulmak; Orhan Pamuk’un “İstanbul: Hatıralar ve Şehir” romanında da şehrin melankolik ve sanatsal ruhunu otobiyografik bir dille okumak mümkün.
Polisiye edebiyatın en şöhretli ismi Agatha Christie de bu isimlerden biri.
“İstanbul’da, her köşe başında yeni bir hikâyeye karışırsınız.”
Christie, “Doğu Ekspresi’nde Cinayet” romanını yazdığı sıralarda İstanbul’da kalmış, şehrin kültüründen ilham almıştır. Pera Palas’ta konaklayan yazar, İstanbul’u da kurguladığı gizemli hikâyenin asli bir karakteri gibi romanına yansıtmıştır. Pera Palas, Agatha Christie için sadece bir otel değil, İstanbul’a has her şeyi içeren bir yaşam alanı, hikâyesinin düğüm noktalarını barındıran bir mekân olmuştu. Geçmiş ve geleceğin iç içe geçtiği otelin her odasında gizem dolu hikâyelerin peşine düşmüştü usta yazar. Otel, Agatha Christie için sıradan bir konaklama noktası olmadı sadece, İstanbul’un atmosferinin hayal gücünde şekillendirdiği hikâyeleri buradaki odasında kelimelere döktü.












KAPALIÇARŞI’NIN PARLAK ZANAATI: TELKÂRİ
Telkâri, altın ya da gümüş tellerin ince ince örülerek sanata dönüştüğü zarif bir zanaattır. İncecik teller, görünmez bir iğnenin sabrıyla işlenir; narin motiflere, sabrın ve emeğin sembollerine dönüşür. Her desen, ustasının kalbinden ve ellerinden süzülen sessiz bir şiirdir âdeta. Bu zarif sanat, yüzyıllardır Kapalıçarşı’nın taş sokaklarında yaşam bulur. Fatih Sultan Mehmet’in talimatıyla kurulan çarşı, yalnızca bir ticaret merkezi değil, aynı zamanda telkâri gibi ustalık gerektiren zanaatların da kalbidir.
Çarşıda yürürken bir anda çekiç seslerinin yankılandığı bir dükkânın önünde durabilir, tel üstünde çalışan minik testerelerin ritmini duyabilirsiniz.
Her köşesiyle tarih, kültür ve estetiği harmanlayan bu eşsiz şehir, geçmişten bugüne sanatın nabzını tutmaya devam ediyor.